Hukuk Genel Kurulu 2007/3-921 E., 2007/939 K.
DERHAL YÜRÜRLÜĞE GİRME
HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRE
KANUNLARIN GERİYE YÜRÜMESİ
TAVİZ BEDELİ
VAKIF ŞERHİ
“ÖZET”
KURAL OLARAK, KANUNLAR YÜRÜRLÜĞE GİRDİKTEN
SONRA UYGULANIR. ANCAK, BU KURALIN AKSİNE DÜZENLEME YAPILABİLİR.
DAVA KONUSU TAŞINMAZIN KADASTRO TUTANAKLARINDA HERHANGİ BİR VAKIF
ŞERHİ MEVCUT OLMAYIP, BU HALİYLE KADASTRO TESPİTİ KESİNLEŞMİŞTİR. 10
YILLIK HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRE GEÇTİKTEN SONRA TAPU SİCİLİNE VAKIF ŞERHİ
İŞLENMİŞTİR. 10 YIL GEÇTİKTEN SONRA VAKIF ŞERHİNE İLİŞKİN DAVALARDA
10 YILLIK HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRENİN UYGULANMAYACAĞI KURALI GETİRİLMİŞ İSE
DE, TAPU KAYIT MALİKİ OLAN DAVACI BAKIMINDAN TAMAMLANMIŞ BİR HUKUKİ
DURUM OLUŞMUŞTUR. BU NEDENLE, TAPU KAYDINA VAKIF ŞERHİ VERİLEMEZ VE
TAVİZ BEDELİ İSTENEMEZ.
“İçtihat Metni”
Taraflar arasındaki “istirdat” davasından dolayı yapılan
yargılama sonunda; (Çanakkale Sulh Hukuk Mahkemesi) nce davanın
kabulüne dair verilen 14.12.2005 gün ve 2005/971-1154 sayılı kararın
incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay
Üçüncü Hukuk Dairesi’nin 19.09.2006 gün ve 2006/8649-11250 sayılı
ilamı ile,
(...Davada, taşınmaz tapu kaydındaki vakıf şerhi nedeniyle ödenen
taviz bedelinin istirdadı istenilmiş; mahkemece, 02.04.2004 gün,
2003/1 E., 2004/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı ve
Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesine göre 10 yıllık hak düşürücü
sürenin geçtiği, böylece vakıf şerhinin usulsüz olup sonuç
doğurmayacağı, böylece taviz bedeli alınmasının dayanağı bulunmadığı
gerekçesiyle istemin kabulüne karar verilmiştir.
Gerçekten, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun
02.04.2004 gün, 2003/1-2004/1 sayılı kararı uyarınca vakıf şerhinin
tapu sicilinden silinmesi ya da tapu kaydına yazılmasına ilişkin
istemleri içeren davalarda 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3.
maddesinde öngörülen 10 yıllık hak düşürücü sürenin uygulanması
gerekir. Ne var ki, anılan İBK’dan sonra Kadastro Kanunu’nda 5304
sayılı Yasa’yla “Tapu kayıtlarında icareteyn veya mukataalı olduğuna
dair vakıf şerhi bulunan taşınmazlarda 12. maddenin 3. fıkra
hükümleri uygulanmaz” şeklinde değişiklik yapılmıştır.
Somut olayda uyuşmazlık, tapu kaydına şerh verilmesi ya da mevcut
şerhin terkini olmayıp, söz konusu vakfın gayri sahih olması
nedeniyle tavize tabi olmadığı gerekçesiyle ödenen bedelin istirdadı
istemine ilişkindir. Dolayısı ile uyuşmazlığın çözümünde bahis
konusu YİBK ve Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesi değil, davanın
açıldığı tarihte yürürlükte bulunan 5304 sayılı Yasa’nın ek 1. madde
son fıkrasının uygulanması gerekir. Buna göre de tapu sicilinde
bulunan vakıf türünün belirlenerek taşınmazın tavize tabi olup
olmadığı saptanmalıdır.
Çıplak mülkiyeti vakfa ait, “sahih vakıf” niteliğindeki şerh bulunan
taşınmazlar taviz bedeline tabidir. Devlete ait miri arazi üzerinde
padişaha veya onun izin verdiği kişiler tarafından kurulmuş gayri
sahih vakıflar taviz bedeli alınmasına dayanak yapılamaz.
Bu durumda, mahkemece ilgili vakfiye örneği dosyaya alınıp, uzman
bilirkişi aracılığı ile sahih ya da gayri sahih vakıf olup olmadığı
tespit edilerek sonucuna göre bir karar verilmelidir.
Kabule göre de, davalı idare davadan önce temerrüde düşürülmediği
halde (BK m. 104) faize ödeme tarihinden hükmedilmiş olması doğru
değildir. Bu itibarla, yukarıda açıklanan esaslar gözönünde
tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir...)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden
yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz Eden: Davalı vekili
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde
temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra
gereği görüşüldü:
Dava, haksız şekilde alındığı ileri sürülen taviz bedelinin
istirdadı istemine ilişkindir.
Davacı Hamiyet vekili; adına tapuya kayıtlı taşınmazla ilgili işlem
yapmak üzere Tapu Sicil Müdürlüğü’ne başvuran davacıya, taşınmazın
tapu kaydında vakıf şerhi bulunduğunun ve şerh kaldırılmadıkça işlem
yapılamayacağının bildirildiğini, davacının işlem yapabilmek için
davalı idare tarafından takdir olunan taviz bedelini yatırmak
zorunda kaldığını, taşınmazın kesinleşen kadastro tespiti sonucunda
şerhsiz olarak tapuya tescil edildiğini, bilahare davalının bir
yazısı üzerine vakıf şerhinin konulduğunu, davalının tek taraflı
talebiyle ve üstelik 3402 sayılı Kanun’un 12. maddesinde öngörülen
10 yıllık süre geçtikten sonra yapılan bu işlemin keyfi ve hukuka
aykırı olduğunu ileri sürerek, taviz bedeli olarak davalıya ödenen
1.693,10 YTL’nin ödeme tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte
davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı Vakıflar Genel Müdürlüğü vekili, dava konusu taşınmazın kök
tapu kaydında vakıf şerhinin mevcut olduğunu ancak yeni kayda
işlenmediğini, taviz bedeli ödenmedikçe taşınmazın vakıfla ilgisinin
devam edeceğini, 5304 sayılı Kanun’la 3402 sayılı Kanun’un 12/3.
maddesinde yapılan değişiklik uyarınca, vakıf şerhinin işlenmesi
yönünden 10 yıllık hak düşürücü sürenin de söz konusu olmadığını
cevaben bildirmiştir.
Yerel mahkeme; taviz bedeline konu taşınmazın kesinleşen kadastro
tutanağında vakfın hakkı olduğuna dair herhangi bir tespitin
bulunmadığı, vakıf şerhinin davalının tek taraflı talebiyle ve
tutanağın kesinleşmesinin üzerinden 3402 sayılı Kanun’un 12/3.
maddesinde öngörülen 10 yıllık süre geçtikten sonra konulduğu, bunun
hukuka uygun olmadığı, bu şekilde konulmuş şerh nedeniyle davalının
taviz bedeli almasının sebepsiz zenginleşmeye yol açtığı
gerekçesiyle davanın kabulüne, ödenen 1.693,10 YTL taviz bedelinin
dava tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan
tahsiline karar vermiş; davalı vekilinin temyizi üzerine hüküm Özel
Daire’ce metni yukarıda bulunan ilamla bozulmuş; yerel mahkeme,
gerekçesini tekrarlayarak
ve ayrıca, 02.04.2004 tarih ve 2003/1 Esas-2004/1 Karar sayılı İBK
gereğince vakıf şerhinin tapu sicilinden silinmesi ya da yazılmasına
ilişkin istemlerin 10 yıllık hak düşürücü süre içinde yapılması
gerektiği, her ne kadar 5304 sayılı Kanun, tapu kayıtlarında
icareteyn veya mukataalı olduğuna dair vakıf şerhi bulunan
taşınmazlarda 10 yıllık hak düşürücü süreyi öngören 12/3. maddenin
uygulanmayacağı hükmünü getirmiş ve dava bu hüküm yürürlüğe
girdikten sonra açılmış ise de; Kadastro Kanunu’ndaki bu
değişikliğin eldeki davada uygulanmasının, kanunun geçmişe
yürütülmesi anlamına geleceği, bunun da hukuken mümkün bulunmadığı
gerekçesiyle önceki kararında direnmiştir.
Davacı adına tapuya kayıtlı taşınmazla ilgili kadastro tespit
tutanağının vakıf şerhi bulunmaksızın kesinleştiği, 10 yıldan fazla
bir süre sonra, Çanakkale Vakıflar Müdürlüğünce Çanakkale Tapu Sicil
Müdürlüğü’ne gönderilen yazı üzerine, taşınmazın tapu kaydına vakıf
şerhinin konulduğu, dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
Öncelikle, uyuşmazlıkla ilgili hukuksal durum hakkında şu
açıklamaların yapılmasında yarar vardır.
Bilindiği gibi, Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel
Kurulu’nun 02.04.2004 tarih ve Esas 2003/1, Karar 2004/1 sayılı
kararında “Vakıf Şerhinin tapu sicilinden silinmesi ya da tapu
siciline yazılmasına ilişkin istemleri içeren davalarda 3402 sayılı
Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesinde öngörülen on yıllık hak
düşürücü sürenin uygulanması gerektiği...” kabul edilmiştir.
İçtihatların Birleştirilmesine konu 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun
12. maddesinin 3. fıkrasında, “Tutanaklarda belirtilen haklara,
sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten
itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere
dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz” hükmü bulunmaktadır.
Anılan İçtihadı Birleştirme Kararı’ndan sonra, 03.03.2005 tarihinde
yürürlüğe giren Kadastro Kanunu’nda Değişiklik Yapılması Hakkındaki
5304 sayılı Kanun’un 11. maddesi ise, “Tapu kayıtlarında icareteyn
veya mukataalı olduğuna dair vakıf şerhi bulunan taşınmazlarda 12.
maddenin 3. fıkra hükümleri uygulanmaz” hükmünü içermektedir.
Görülmekte olan dava, vakıf şerhinin tapu sicilinden silinmesine
ilişkin davalarda 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesinde
öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin uygulanması olanağını
ortadan kaldıran bu değişik hükmün yürürlüğe girmesinden sonra
açılmıştır.
Açıklanan maddi ve hukuki olgular ile bozma ve direnme kararlarının
kapsamları itibariyle uyuşmazlık; dava tarihinden önce yürürlüğe
giren 5304 sayılı Kanun’un yukarıda değinilen 11. maddesindeki
hükmün eldeki davaya etkili olup olmayacağı, bir başka ifadeyle,
uyuşmazlığın çözümünde 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3.
maddesinin mi, yoksa 5304 sayılı Kanun’un 11. maddesinin mi
uygulanması gerektiği noktasında toplanmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12.
maddesinin 3. fıkrasında öngörülen on yıllık sürenin hak düşürücü
süre olduğu konusunda, uygulama ile öğreti arasında tam bir fikir
birliği bulunmaktadır. Hak düşürücü süre, doğrudan doğruya hakim
tarafından kendiliğinden gözönünde tutulması gereken, davada
“itiraz” olarak başvurulması zorunlu olan ve zamanaşımı gibi “kesme”
ve “durma” hükümlerine bağlı olmayan, uyulmama halinde “hakkın”
kaybına yol açan, yani, hakkın özünü ortadan kaldıran süredir.
Anılan maddede öngörülen süre ile, tapu sicilinin kararlılık
kazanması, sicillerin bozulmaması, belli bir süre geçtikten sonra
yargı organlarınca bu sicillerin tartışma konusu yapılmaması
amaçlanmıştır (Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel
Kurulu’nun 02.04.2004 tarih, 2003/1 E. 2004/1 sayılı kararının
gerekçesinden).
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12. maddesinin 3. fıkrası ile ilgili
hükümet gerekçesi de “...Kadastro işlemlerinin eski olaylara
dayanılarak süresiz olarak askıda bırakılmasının kamu düzenini ters
yönde etkileyeceği ve kamu zararı doğuracağı gerçeğinden hareketle
kadastro tutanaklarının kesinleştiği tarihten itibaren on yıl
geçtikten sonra kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak dava
açılamayacağı...” şeklindeki bir açıklamayı içermekte; bu gerekçe
ile de, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12. maddesinin 3. fıkrasında
öngörülen on yıllık sürenin, hak düşürücü süre olduğu
vurgulanmaktadır.
Böylece, kadastro tespiti sırasında uygulanan kayıtlarda Vakıf Şerhi
yazılı olsa dahi, bu şerh tapu kütüğüne aktarılmamış ise; kadastro
tespitinin kesinleştiği tarihten itibaren on yıllık hak düşürücü
sürenin geçmesinden sonra, hakkın özü ortadan kalkacaktır.
Görüldüğü üzere, dava konusu taşınmazın tapulama tutanaklarının
şerhsiz olarak kesinleştiği tarih ile, Vakıf Şerhinin tapu siciline
işlendiği tarih arasında, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3.
fıkrasında öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olması;
bir taraftan tapu kayıt malikine haklar kazandırırken, diğer yanın
haklarını ortadan kaldırıp, hakkın kaybına yol açmış; buna paralel
olarak Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun
02.04.2004 tarih, 2003/1 E. 2004/1 sayılı kararında, vakıf şerhinin
yazılması veya sicilden silinmesi davalarında on yıllık hak düşürücü
sürenin uygulanması gerektiği ilkesi benimsenmiştir.
Ne var ki; dava tarihinden önce ve fakat on yıllık hak düşürücü
sürenin geçmesinden sonra, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nda 5304
sayılı Kanun’la değişiklik yapılmış ve Vakıf Şerhinin tapu
sicilinden silinmesine ilişkin davalarda 3402 sayılı Kadastro
Kanunu’nun 12/3. maddesinde öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin
uygulanması olanağı ortadan kalkmıştır.
Şu hale göre sorunun çözümü, somut olaydaki gibi; tapu maliki
yararına oluşmuş ve tamamlanmış bir hukuki durumun gerçekleşmesinden
sonra yürürlüğe giren Kanun hükmüyle bu hakkın ortadan kalkıp
kalkmayacağı konusunda, eş söyleyişle, kanunların geriye yürümesiyle
ilgili bir değerlendirme yapılmasını zorunlu kılmaktadır.
İlke olarak, herhangi bir kanun veya düzenleyici kural, hukuksal
sonuçlarını yürürlüğe girdiği tarihten sonrası için doğurmaya
başlar. Bunun doğal sonucu da, yasaların yürürlüğe girmelerinden
önceki olayları etkilememeleri, yani, geçmişe etkili olmamalarıdır.
Yasaları uygulama durumunda bulunanlar, başta mahkemeler olmak
üzere, onları geriye yürür sonuçlar doğuracak yolda yorumlamamakla
yükümlüdürler. Hukuk güvenliği bunu gerektirir. Kanun koyucu bu
kaidenin aksine düzenleme yapabilir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun; 09.03.1988 tarih ve 1987/2-860 E.,
1988/232 K.; 13.10.2004 gün ve 2004/10-528 E., 2004/533 K.;
06.04.2005 tarih ve 2005/10-183 E., 2005/241 K. sayılı kararları da
aynı yöndedir.
Bundan ayrı, devam eden uyuşmazlıklarda, tamamlanmamış hukuki
durumlara yeni yasa veya düzenleyici kural, “derhal yürürlüğe girme”
(I’etfet immediat de la loi novelle) niteliği nedeniyle uygulanacak
ve hukuki sonuçlarını doğuracaktır.
Tamamlanmış hukuki durumların yeni yasa veya düzenleyici kuraldan
etkilenmemesi, kazanılmış hakların saklı tutulması gereğinden
kaynaklanan bir sonuçtur. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2.
maddesi hükmüne göre, Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk
devletidir. Kazanılmış hak kavramı, her ne kadar açık bir biçimde
Anayasa’da düzenlenmemiş ise de, bunun hukuk devleti kavramının
temel taşlarından biri olduğu ve Anayasa’nın bünyesinde mündemiç
bulunduğu, Türk Kamu Hukuku’nda, öğretide ve yargısal kararlarda
benimsenmektedir.
Yukarıda açıklanan, yasaların zaman içerisinde (zaman bakımından)
uygulanmasına ilişkin temel ilkeler yanında, yasa koyucu,
Anayasa’nın 87. maddesinde belirlenen Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nin kanun koyma, değiştirme ve kaldırmayı görevleri arasında
sayan yetkisi uyarınca, dilediği alanı düzenleme veya düzenlememekte
serbest oluşu nedeniyle, bir yasayı genel ilkeden ayrılarak geriye
de yürütebilir.
Ancak, Yasama Organı’nın bu yetkisi, Anayasal esaslar ile
sınırlandırılmış bulunmaktadır. Bu sınırlardan bir tanesi de,
kazanılmış hakların saklı tutulmasıdır. Bu, az önce açıklandığı
üzere, Hukuk Devleti olmanın zorunlu bir gereğidir.
Öte yandan, kamu düzeni ve genel ahlaka ilişkin kurallar ile,
yargılama hukukunu düzenleyen kanunların geçmişe etkili oldukları,
bir başka ifadeyle kanunların geriye yürümemesi ilkesinin
istisnasını teşkil ettikleri kuşku ve duraksamadan uzaktır (Prof.
Dr. Necip Bilge, Hukuk Başlangıcı, 14. Bası, Ankara 2000, s:
193-194; Prof. Dr. A.Şeref Gözübüyük, Hukuka Giriş ve Hukukun Temel
Kavramları, 18. Bası, Ankara 2003, s: 73).
Tüm açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde: Dava
konusu taşınmazın kadastro tutanaklarında herhangi bir vakıf şerhi
mevcut olmayıp, bu haliyle kadastro tespiti kesinleşmiş ve sonradan
tapu siciline Vakıf Şerhinin işlendiği tarihe kadar, 3402 sayılı
Kadastro Kanunu’nun 12/3. fıkrasında öngörülen on yıllık hak
düşürücü süre geçmekle, tapu kayıt maliki olan davacı yararına
tamamlanmış bir hukuki durum oluşmuştur.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nda 5304 sayılı Kanun ile yapılan
değişikliğin geçmişe etkili olacağına dair, anılan Kanun’da bir
hüküm bulunmadığı gibi; olayda, az yukarıda belirtilen istisnalardan
herhangi biri de söz konusu olmadığından, sonradan yürürlüğe giren
5304 sayılı Kanun’un 11. maddesinin uyuşmazlığa uygulanması, eş
söyleyişle, bu hükmün davacı yararına gerçekleşen kazanılmış hakkı
etkilemesi mümkün değildir.
Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun; 09.03.1988 gün ve
1987/2-860 E., 1988/232 K.; 20.12.1989 gün ve 1989/12-539 E.,
1989/662 K.; 06.03.2002 gün ve 2002/1-119 E., 2002/135 K.;
26.06.2002 gün ve 2002/14-517 E., 2002/554 K.; 23.10.2002 gün ve
2002/11-633 E., 2002/847 K.; 23.03.2005 gün ve 2005/14-172 E.,
2005/195 K.; 12.07.2006 gün ve 2006/4-519 E., 2006/527 K.;
14.03.2007 gün ve 2007/3-121 E., 2007/128 K. sayılı kararlarında da
aynı ilke benimsenmiştir.
Yine, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 25.05.2005 gün, E: 2005/5-288,
K: 2005/352 sayılı kararında; kazanılmış hakların saklı tutulması
ilkesinden hareketle, Kamulaştırma Kanunu’nun 38. maddesinde
öngörülen 20 yıllık hak düşürücü süre geçtikten sonra idare yararına
gerçekleşmiş ve tamamlanmış bir hukuki durumun varlığı kabul
edilerek, anılan maddenin sonradan Anayasa Mahkemesi’nce iptal
edilmesinin, idarenin kazanılmış mülkiyet hakkını etkilemeyeceği
sonucuna varılmıştır.
Sonuç olarak; 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12. maddesinin 3.
fıkrasında öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin, anılan Kanun’da
5304 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikten önce dolmuş olması, 5304
sayılı Kanun’un 11. maddesindeki değişiklik hükmünün geçmişe etkili
şekilde uygulanmasına hukuken olanak bulunmaması, idarenin, hakkın
özü ortadan kalktıktan sonra tek taraflı irade ile bu hakkı tesis
ettirme yetkisine sahip olmaması karşısında, davaya konu taviz
bedelinin davacıdan haksız ve hukuki dayanaktan yoksun bir şekilde
alındığının, o nedenle de iadesi gerektiğinin kabulü zorunludur.
Yerel mahkemenin, aynı gerekçeye dayalı, davanın kabulü yönündeki
direnme kararı usul ve yasaya uygun olup, onanmalıdır.
Sonuç: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme
kararının yukarıda açıklanan nedenlerle (ONANMASINA) ve 78.30 YTL
bakiye temyiz ilam harcının temyiz edenden alınmasına, 05.12.2007
gününde oybirliği ile karar verildi. |